04 Ocak 2024 Perşembe
Depremin üzerinden bir yıla yakın bir süre geçti. Enkaz kaldırma çalışmaları büyük oranda tamamlandı. Bu süreçte devlet organları elinden geleni yaparak çalışmaları bir noktaya getirdi. Ancak görülmesi gereken şöyle bir gerçek var: Şimdiye kadar yapılanlar bundan sonra yapılması gerekenlerin yanında devede kulaktır. Çünkü bir şeyi yıkmak kolay ama onu yeniden inşa etmek zordur. Her şeyi sil baştan planlamak büyük çalışma ve gayret ister.
Deprem bölgesinde geçen on bir aylık süreçte, orta hasarlı binalarla ilgili karşılaşılan bazı güçlükler söz konusu. Bunun aşılmasını zorlaştıran ise bölgeye ilişkin “geniş bir mutabakata dayanılarak ortak akılla” karar alınmamasından kaynaklanmaktadır. Bu kararlar günübirlik ve alelacele alındığı için daha büyük sorunlara neden olmaktadır. Oysa bu memleket hepimizin ve uygun olan da ilgili kararların mutabakatla alınmasıdır.
Nitekim herkese kulak verip gerekli hesaplamalar yapılmış olsaydı, belki “orta hasarlı” binaların çoğu kurtarılabilirdi. İnsanlarımızın kafası çok da karışmadan süreç daha iyi yönetilebilirdi. Hükümetin icraatlarında kendini belli eden kararsızlık hali, acilen yapılması gereken işleri yavaşlatmakta, sebepsiz yıkıma ve israfa yol açmaktadır.
Evet depremin ortaya çıkardığı yıkım çok büyük, mesela Hatay’ın altyapısı tamamen devre dışı kalmış, yaklaşık üçte ikisi yok olmuş durumda. Ne var ki bir yıla yakın geçen sürede vatandaşlarımız için konteynerlerdeki yaşam mücadelesinden başka seçenek gözükmüyor. Buralarda da insani yaşam koşulları oldukça kısıtlı. Aileler, çocuklar ve kadınlar için hayat çok daha zor.
Hükümetin bundan sonraki adımları daha sağlam atması için bir ümit beslemek istiyoruz. Fakat bugüne kadar atılan temellere baktığımızda bu çok mümkün gözükmüyor. Depremde yıkıma yol açan zeminle ilgili meseleler ne ölçüde ciddiyetle ele alınıyor bilmiyoruz.
Yıkıma yol açan ana etkenlerden olan zemin sıvılaşması veya zeminin çok katlı binaya uygun olmaması konusunda herhangi bir açıklamada bulunulmadığı gibi temel atılan yerlerde zeminin uygun olup-olmadığı hakkında da bir bilgilendirme yapılmadı. Bazı yerlerde kazılan temellerden su çıkmaktadır. Bu çalışmaların ihale edildiği şirketin “az maliyetle çok iş yapma” mantığıyla hareket edeceğini ve bunun da yeni yıkımlara yol açacağını öngörmek gerekmez mi?
GÜNÜ KURTARMAK
Hükümetin ağır bir yükün altında olduğunu kabul ediyoruz. Fakat bu sorumluluğun altından kalkabilmek için adeta yeni bir şehir kuruyor şuuruyla hareket etmek gerekmez mi? Bu yüzden uzun vadeli projelerde plansızlık ve düzensizlik tolere edilemez. Günü kurtarma değil, yarınların inşa edildiği anlayışla hareket etmek zorundayız. Ancak işleyiş böyle mi? Maalesef yapılacak evlerin ne zaman biteceğine dair bir planlama mevcut değil. Şehir nereye kurulacak? Tapu kadastro çalışmaları yapılacak mı? Meçhul rezerv alanları nedir? Bunlarla ilgili ciddi şikâyetçiler söz konusu.
Zaten mahkeme bunun doğru ve hukuki bir karar olmadığını, bu kararın ancak deprem olmadan önce alınabileceğini, depremden sonra böyle bir karar alınmasının, o bölgenin yapılaşmasına uygun olmadığının altını çizdi. Bir yere “rezerv alanı” deyip bir anda hak sahiplerinin mağdur edilmemesi gerektiği vurgulandı.
Eşya yardımı ile ilgili de göz ardı edilemeyecek belirsizlikler var: Evler eşyalı mı, eşyasız mı verilecek bilinmiyor. Bu belirsizlik ortamında depremzede, önünü görememenin verdiği endişeyle yaşıyor. Zaten yeterince bedel ödemiş, hayata dair ciddi yıkıma uğramış binlerce insanın artık az da olsa önünü görmesini sağlayacak, onları güvende hissettirecek ve biraz daha moral ve motivasyonunu yükseltecek planların uygulanmaya başlanması gerekiyor.
ÖZEL AFET BÖLGESİ ve STRATEJİK KONUM
Hatay’ın özel afet bölgesi ilan edilmesi gerektiğine dair yapılan çağrılar hiçbir karşılık bulmadı. Bu şehrin tekrar ayağa kalkması, ülke ekonomisi için büyük bir öneme sahiptir. Bunun yanı sıra bölge ülkenin; tarih, kültür, güvenlik ve stratejik konumu itibarıyla da büyük önem taşır. Bunlar üst üste ortaya konulduğunda, iktidarın işi ikinci plana ittiğini, depremzedelere yeterli bir plan çizmediğini, dolayısıyla iktidarın aslında deprem bölgeleri ile ilgili net bir karar almadığını söylemek durumundayız. Bunların çözümü ancak geniş bir konsensüsle alınacak kararların anında uygulamaya sokulması ile mümkündür. Bu yolla mağduriyetler kısa sürede ortadan kaldırılabilir.
Deprem bölgesiyle ilgili açıklanması gereken önemli hususlardan bir tanesi de esnafın durumudur. Ortaya çıkan maddi kaybın boyutları ve bu kayıpların nasıl ortadan kaldırılacağına dair planlar yapılmalıdır. Üç beş bin liralık kira yardımı ve kan tazminatı, düşük miktarlarda yol yardımı gibi ödemelerle iktidar şimdilik kendi üzerindeki görevi yerine getirmiş görünse de bu sürdürülebilir değildir. Bunun sürekli olabilmesi, hayatın rahata oturması için daha dişe dokunur somut adımların atılması gerekmektedir.
Gelişen, büyüyen ve atılım yapan büyük Türkiye tablosu çizilirken; şehri yok olmuş, parasını, ailesini, evini kaybetmiş vatandaşımıza bir gelecek sunulamamaktadır. Madem bu kadar güçlü durumdayız, dile getirdiğimiz problemlerin çözümleri ortaya konulmuş olması gerekmez miydi?
BAHANELERE SIĞINMAK
Sonuç olarak hükümet, karşılaştığımız bu büyük yıkımı tarif ederken asrın felaketi diye ifade etse de yaptığı icraatlar buna uygun gözükmemektedir. Birtakım bahanelere sığınıp yapması gereken birçok şeyin yapılamayacağını ilan etmesi kabul edilemez. Kısa süre önce Japonya 7 büyüklüğünden yüksek ve birkaç dakika süren depremlere maruz kaldı. Çok az sayıda evde yıkım oldu ve vefat eden insan sayısı yüzü dahi geçmedi. Her bir insan çok değerli ama depremin etkisini bizim ülkemizle kıyasladığımızda binlerce insanımızın öldüğü gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Japonya’da meydana gelen yıkımla ülkemizdeki yıkımı mukayese ettiğimizde geleceğin bu anlayışla inşa edilmesinin şart olduğu da aşikârdır.
Günü kurtarmak, iktidarı sağlama almak ve halka şirin görünmekten ziyade gerçekçi, somut çözümler üreterek bütün eleştirileri dikkate almak gerekir. Belki hoşa gitmeyecek kararların alınması gerekiyorsa bunlar alınmalı ve ciddi adımlar atılmalıdır. Konuyu ranttan uzaklaştırıp, geleceği daha öngörülebilir ve güvenli hale getirmek gerekir. Depremzedelerin binlercesi başka şehirlere göç etti. Esasen ana problemlerden biri de bu altyapı ile şehrin tekrar ayağa kaldırılması, göç edenlerin tekrar memleketlerine dönmesi, hayatın tekrar canlandırılmasıdır.
Tüm bunların ne kadar titiz çalışmalar gerektirdiğini artık görmek gerekmektedir. Maalesef ülkenin birçok yerine dağılmış binlerce aile söz konusuyken, hükümetin ana gündeminin bu olması gerekirken garip bir şekilde zaman kaybına yol açan hamasi ve gündelik siyasetle uğraşılmasını endişeyle takip etmekteyiz.
Hasan Bitmez’i dâr-ı bekâya uğurladık. Ondan bize kalan ise dava şuuru ile bu şuuru bütünleyen özellikleri oldu. Elbette Hasan Bitmez sadece bir dava adamı değil, aynı zamanda örnek bir baba, bir dost ve birçok genç arkadaşımız için rehberdi. Ondan bize miras kalan ve sonrakilere de örnek olacağını düşündüğümüz unsurları zikretmek önem taşımaktadır.
Onun en belirgin yönü, adeta bir paratoner gibi tüm güçlükleri kendine çekmesiydi. Hasan Bitmez, partisinin ve dava arkadaşlarının üzerine düşen her zorluğu kararlılıkla üstlenerek herkesi rahatlatırdı. Gönülden bağlı olduğu ideallerini gerçekleştirmek adına bitmez bir enerjisi ve adanmışlığı vardı. Bu itibarla o, sadece bir siyasetçi değil, aynı zamanda güçlü bir yol arkadaşı olduğunun altını çizmekte fayda var. Onun duruşu, sadece partisini değil, aynı zamanda Türkiye’nin genel siyasi atmosferine derinden etkiler sunmaya yönelik sağlam bir iradeyi yansıtmıştır. Hak severliği, kadirşinaslığı ile adalet ve dürüstlük ilkelerine bağlılığı onun kişiliğinin ayrılmaz parçalarıydı.
ÖNCÜYDÜ, TEŞKİLATIN BEYNİYDİ
Hasan abimiz aynı zamanda iyi bir insan kaynakları uzmanıydı. İdaresinden sorumlu olduğu birimler için hassas ve titiz dokunuşlar yaparak, en uygun niteliklere sahip kişileri görevlendirirdi. Onun bu yönü, özellikle geleceğimizin teminatı gençlerle ilgili yapılacak tasarruflarda etkin olmasını sağlardı. Bu şuurla hareket ederek gençlerin önünü açmaya, kendini davaya adamış kişilerin daha kritik konumlara taşınmasına öncülük ederdi. Bu durum, onun temel ilkelere sadakatle, örgüt içinde dinamizmi ve yenilenmeyi önceliklendirmesinden kaynaklanıyordu.
Hasan Bitmez, Millî Görüş hareketinin her kademesinde görevlerin tamamını üstlenmek suretiyle tüm kadroları ve teşkilatı en ince ayrıntısına kadar tanıma imkânı bulmuş birisiydi. Bu nedenle hangi ilde, ilçede, köyde kim var; bir kişi ne yapabilir, nasıl hareket eder gibi soruları bir kalemde cevaplayabilirdi. Sadece şehirleri değil, oralardaki potansiyeli ve geçmişte neler yapıldığını ezberden bilirdi. Teşkilatları tanıması nedeniyle adeta teşkilatın beyni ve hafızası olarak kabul edilirdi. Geçmişte kimin hangi görevde olduğunu bilmesinden dolayı doğru tercihlerde bulunabilmek için onun yönlendirmelerine ihtiyaç duyulurdu.
Hasan Bitmez’in insanları yakından tanıması aynı zamanda dünyanın dört bir yanında dostlar edinmesine de imkân tanımıştı. Bitmez, katıldığı birçok organizasyon vesilesiyle bir taraftan davasını dünyaya anlatma fırsatı buluyor, diğer taraftan sürekli etki çemberini genişletiyordu. Bu elbette yüksek iletişim ve organizasyon becerisinden kaynaklanmaktaydı. Kadroları teşkilatlandırma yeteneğini böylece uluslararası düzeye taşımıştı. İyi derece Arapça bilmesi İslam dünyasında meydana gelen gelişmeleri takip edebilme ve oradaki nabzı tutabilme şansı sağlamıştı ki bu aynı zamanda enternasyonal bir iletişim ağına da sahip olmasını kolaylaştırmıştı. Yani iletişim yeteneğini yabancı diliyle de birleştirerek Mısır, İran ve Pakistan gibi bölgenin diğer önemli aktör devletlerinde de tanınmayı başarmıştı.
Bunca yüke rağmen Hasan Bitmez’in bir diğer önemli özelliği de zekâsının kıvraklığıydı. Çözülmesi gereken bir sorunla karşılaştığında veya bir hedefe yönelmesi gerektiğinde onu en pratik yollarla aşardı. Bulduğu çözümler en sade ve kestirme yol olduğunda herkes hemfikir olurdu.
FAYDA-ZARAR DENGESİ KURARDI
Onun adilane ve hakka dayalı pratikliği aynı zamanda fayda-zarar dengesi açısından da önem taşırdı. Aldığı bir kararın veya yaptığı bir işin davaya maliyetini hesap etmeden hareket etmezdi. Bu denge muhasebesi, onun pratik bakış açısı ile hakkı gözeten anlayışının ışığında bir araya geldiğinde doğru tutum ve eylemleri başarılı sonuçlar verirdi.
Hasan Bitmez’in bir diğer niteliği, mevzuata hâkimiyeti ve bilgiye dayanmadan herhangi bir konuda yorum yapmamasıydı. Anayasa başta olmak üzere siyasetin biçimlenmesinde önem taşıyan tüm kanunlara, yönetmeliklere hâkimdi. Bir kararın kitaba uygunluğu hakkında onun fikrini almadan hareket etmek risk taşırdı. Bu yönüyle yakın geçmişte Millî Görüş siyasetinin biçimlenmesinde etkin rol almış, Saadet Partisi’nin siyasi kadrolarının tasfiye edilmesinin önüne geçmiştir.
Elbette bu bilgiler Hasan ağabeyimizi ifade etmede yetersiz kalır. O her zaman çok daha fazlasıyla hatırlanacak. Bizler ondan çok şey öğrendik, hayatın ana gayesi Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak olduğundan, onun bize kattığı en mühim şeylerin başında Hakk’ın rızasına dayalı karakteristik özellikleri oldu.
Başta Hasan Bitmez ağabeyimiz olmak üzere ahirete irtihal eylemiş bütün sevdiklerimize ve tanıdıklarımıza, Rabbimizden rahmetiyle muamele etmesini temenni ediyorum…
“Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz. (Bakara/156)”
Hasan Bitmez, hepimiz için büyük bir kayıp olsa da bendenizin otuz üç yıllık okul arkadaşını kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyim. Allah ona şehit muamelesi eylesin. Hasan Bitmez’den bahsederken, onun dava adamı kimliği büyük önem taşımaktadır. Bütün gerginliklere ve karşılaştığı zorluklara rağmen, o hep nezaketini ve insani tutumunu korudu. Son konuşmasında, “Hepinizi saygıyla selamlıyorum.” diyerek hayata veda etti.
Aslında, onun amacı, İsrail’e lanet okurken aynı zamanda kahve dükkanları basıp, gemi gönderenlerin ikiyüzlülüğünü ve çelişkilerini gözler önüne sermekti.
Hasan Bitmez’in ölümünü biz, Allah’ın gazabı olarak değil, aksine ona verilmiş bir lütuf olarak görüyoruz. En şerefli ölümün, hak yolunda mücadele ederken ve hakikati haykırırken gerçekleştiğine inanıyoruz. Peygamberimizin ifade ettiği gibi, “Zalim bir sultana hakikati haykırmak, en büyük cihattır.” Cihat, kürsülerde konuşabilmek demektir.
Nitekim Hasan Bitmez, Siyonizm’in gerçek yüzünü ortaya koyuyordu. Onun ölümü sadece meclis tutanaklarına değil, tarihe altın harflerle yazıldı. Konuşmasıyla Filistin davasına ihanet edenleri de tarihe kara bir leke olarak tescilledi.
Efendimizin (sav) ümmet için korktuğu Vehn hastalığı; dünya sevgisi ve bağımlılığı anlamına gelir. Günümüzde yaşanan ticari anlaşmalar, ambargolar ve yaptırım korkusuyla yaşanan zulme sessiz kalmak, bu zulme destek olmaktır. Merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan hocamız “En kuvvetli şehadet hasmın şehadetidir.” derdi. O, öldüğünde İsrail’in Dışişleri Bakanlığı ve Mossad’ın sevinç naraları atmaları şehadetine delildir.
KAHRAMANLAR ÖLÜRKEN DE DESTAN YAZARLAR
Hasan Bitmez, Filistin davasına gönül verenlerin gönlkoünde bir kahraman olarak yer almıştır. Kahramanlar da ölürler ama ölürken destan yazarlar. İşte Bitmez de ölürken bir destan yazmıştır. Merhum şair Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi:
“Halikın namütenahi adı var, başı Hakk,
Ne büyük şey, kul için hakkı tutup kaldırmak.”
Ne büyük şey, batıldan korkmadan saldırmak. Ne büyük şey, ruhunu Hakk’a haykırırken aldırmak.
İslam tarihinin önemli kahramanlarından biri olan büyük kumandan Halid bin Velid Hazretleri’nin hayatı mücadeleyle geçmiş olmasına rağmen son anında hıçkırıklarla ağlamıştır. Bu ruhu bilmeyenler, at üstünde ya da kürsüde hakkı haykırırken ölmenin büyük bir şeref olduğunu idrak edemezler.
Hasanlar bitmez; binlerce Hasan, mücadeleyi sürdürür. Görevimiz, iman ve ahlak üzerine mücadeleyi sürdürebilmektir. O iman ve ahlak mücadelesi, her şeye rağmen güç karşısında eğilmeden, bükülmeden dimdik ayakta kalmak ve son nefese kadar hak mücadelesi verebilmektir.
O, Rabb’ine ulaşmıştır. Onun şehit olduğuna inanıyoruz. Hamas hükümeti Başbakanı ve lideri İsmail Haniye’nin, “Hasan Bitmez bir Filistin şehididir” demesi son derece anlamlıdır.
Unutmayalım ki şehitlik, zulme karşı durmak söz konusu olduğunda gerçekleşen şehadetin kendisidir.
Ne büyük bahtiyarlıktır ki, Gazze’deki masumları korurken ve cihat ederken ölebilmek.
Ne büyük bahtiyarlıktır ki, Türkiye’de yaşarken Filistin şehidi olabilmek.
Ne büyük bahtiyarlıktır ki, hayatının son anını ve kalbini, masum insanlar ve Filistin için Siyonizme karşı konuşurken ruhunu teslim edebilmek.
BİR AVUÇTUK BİZ, CENNETE SUSAYAN
Gençliğini şehadet türküleriyle geçiren, kasetleri tekrar tekrar başa sararak Afganistan’ın, Çeçenistan’ın ve Bosna’daki mücahitlerin şehadet destanlarını dinleyen bir nesiliz.
“Bir avuçtuk biz, göklere sığmayan;
Bir avuçtuk biz, cennete susayan.”
Kürsüde ya da cephede ölmeyi, fark gözetmeksizin kabullenenler, her engele rağmen mücadeleye devam ederler. Hasan Bitmez de bugün yeniden hayata gelse, yine hakkı haykırmaya, yine mücadelesine devam eder.
O, “Şehit tahtında Rabbe gülümser, ah binlerce canım olsaydı” der ve binlerce kez yine hayatını feda ederdi.
Sevgili Peygamberimiz (sav), “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” buyurmuştur. İnanıyoruz ki Hasan Bitmez, sadece mecliste yere düşmedi; o suya, toprağa, havaya, cemreye ve gönüllere düştü. Binlerce kişi onun yolunda haykırmaya devam edebileceği bir tohum ekti.
Hasan Bitmez artık sadece Saadet Partili bir milletvekili değil, Filistin davasına gönül veren herkes için bir direniş, fedakarlık ve kahramanlık sembolüdür.
Ortadoğu yeni bir oluşum içerisinde. HAMAS, şimdiye kadar yapılan zulme tahammül edemeyerek İsrail’e karşı savaş açtı. HAMAS’ın askeri kanadı İzzeddin El-Kassam Tugayları, paramotorlarla Siyonist işgalcilerin içlerine kadar girdi.
Başlangıçta ortaya çıkan görüntülerde HAMAS, tüm İsrail’i yerle bir edecek izlenimi verdi. Bütün dünyada uzun yıllardır insanlara korku salan demir kubbenin bir hiç olduğu görüldü.
Bu arada İsrail de; jetlerle, toplarla ve füzelerle havadan, karadan ve denizden karşı saldırıya geçti. Saldırı ifadesi biraz basit olur. Adeta tüm dünyanın gözlerinin önünde soykırım yapmaya başladı. Gazze halkını aç, susuz ve elektriksiz bıraktı. Yıllarca uyguladığı katliamı bir safha daha ileri götürerek nefes alan her canlıyı yok etmeye başladı. “Masumlar katlediliyor, insanlık suçu işleniyor!” diye ortalığı birbirine katanlar, Yahudiler karşı saldırıya geçince sesleri kesildi.
Böyle büyük operasyonlarda kontrol dışı istenmeyen olaylar, sivil kayıplar kaçınılmaz olur. İslam hukuk kuralları, savaşın ürkütücü tablosu ne kadar kötü olursa olsun; kadınlara, çocuklara, yaşlılara zarar verilmesini yasaklar. Batılı medyanın olumsuz propagandalarına rağmen HAMAS’ın da buna dikkat ettiği net bir şekilde görüldü. Medyaya yansıyan görüntülere göre bir HAMAS askeri, iki kızın bulunduğu eve girdiğinde annelerine, “Sakın korkma, bizden size zarar gelmez” deyip çıktığı görülüyor. Aksi yöndeki yayınlar, HAMAS’a itibar suikastını hedeflemekten başka amaç gütmez.
ORTADOĞU’DA KAN VE GÖZYAŞI HAKİM
Gelelim devlet görünümlü terör örgütüne. Kurulduğu 1948 yılından bugüne kadar 75 yıldır Ortadoğu’ya kan ve gözyaşı getiren, Filistinlilere hayatı dar eden, hayvana bile reva görülmeyen uygulamalara maruz bırakan, gördüğü her yerde öldüren, hapse atan, aileleri birbirinden ayıran, evlerini yıkan, gasp eden bir terör yapılanmasını kastediyoruz.
İsrail’in kuruluşundan bugüne uyguladığı politikalar onun terörle anılmasını sağladı. Amerika ve İngiltere’nin desteğiyle Arap devletlerini yerle bir etti. Sonrasında güvenlik paranoyasına dönen önlemlerle kendini karantinaya alıp Filistin topraklarında bir tane canlı insan bırakmayıncaya kadar asimilasyon ve soykırım politikası uyguladı ve bölgeyi Müslümanlar için yaşanılmaz hale getirdi.
Bu saldırılara karşılık İzzeddin El-Kassam Tugayları’nın cevabı da ilk defa bu kadar gönül ferahlatıcı oldu. Bugün yaşananlar; bugüne kadar süregelen vahşetin, katliamın bir sonucudur.
Temennimiz Filistin’e yapılan bu zulmün sonsuza dek son bulması ve barışın sağlanmasıdır. Ama şu an Gazze’den bebek cesetlerinin toplandığı görülüyor. Yıkılan apartmanların altından kadınlar ve çocuklar çıkarılıyor. Düşman; çocuk, yaşlı, asker ayrımı gözetmeden hepsini öldürüyor. Bir Kuvâ-yi Milliye hareketi olan HAMAS, küresel medya tarafından imajı zedelenmeye çalışılarak terör örgütü gösterilmeye çalışılıyor. Fakat biz HAMAS’ın böyle olmadığını biliyor ve yanında saf tutuyoruz.
İSRAİL BİR TERÖR DEVLETİDİR
İsrail masum bir devlet değil organize bir suç örgütü, bir terör şebekesidir. Kendisinden başka kimsenin nefes almasına tahammül etmeyen kimseler tarafından yönetiliyor. Akıl sahibi Yahudilerin de bu Siyonist beladan kurtulması bölgenin huzuru için hayat-memat meselesidir. Bu yaşanan savaş yıllarca uygulanan zulüm politikalarının ortaya çıkardığı bir sonuçtur.
O coğrafyada hamasetle değil, aktif olarak devreye girip saf tutmalı, barış için tüm dünya zorlamalıdır. İsrail ve Amerika’nın şu anki konumu barış için değil savaş için sergilenen bir tutumdur. Netanyahu’nun, “Yeni bir Ortadoğu planlıyoruz, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, sonuna kadar gideceğiz” söylemi biz Müslümanların safını da açıkça ortaya koyuyor.
Acaba bu saldırı 11 Eylül gibi Amerika’nın, İsrail’in İslam coğrafyasının saldırısı gibi yeni bir milat mı olacak? Büyük Ortadoğu Projesi daha da genişleyecek mi? İslam dünyası Gazze ve Müslümanların yok olmasını mı izleyecek yoksa elini taşın altına askeri müdahale de dâhil olmak üzere her türlü önlemi alarak İsrail’i ateşkese mecbur mu edecek?
Bu savaş; Lübnan’a, İran’a ve sonuçta Türkiye’ye sıçrarsa bir kaosun başlangıcı olur. Bu sebeple İsrail’in hoyratça tavırlarının durdurulması şarttır. Bütün İslam ülkelerinin ve başta Türkiye’nin; Amerika’ya rağmen dur demesi gerekiyor. Çin, Rusya ve birçok devletin Filistin’e ve halkına açıkça desteğinin olduğu bir dönemde onların da diplomasi gücü arkaya alınarak Filistin direnişine sahip çıkılmalıdır.
KÜRESEL MEDYANIN HAMAS ALGISI!
Küresel medyanın da İsrail’i masum gösterip HAMAS’ı terörist ilan etmesi başlı başına bir algı operasyonundan ibarettir. İsrail, Filistinlilere 75 yıldır bunların kat kat fazlasını yaşatıyor.
İsrail’in göz göre göre İslam dünyasını yok etme girişimine izin verilmemelidir. Tarih; Müslümanları sınıyor, artık bir duruş sergilemelerini bekliyor, etkili, kesin kararlar almasını gözetliyor. Müslümanlar Allah’ın huzuruna çıktıklarında zalimden mi mazlumdan mı yana olduklarının hesabını verecekler. Artık Filistinlilerin ölmesine izin verilmemeli. İslam dünyası hâlâ neyi bekliyor? Bunun yerine itidal ve barış çağrısı yapmanın hiçbir işe yaramadığını, ikiyüzlülükten başka anlamı olmadığını dünya biliyor.
Artık normalleşmenin de ne manaya geldiği pekâlâ görülmüş oldu. Artık bu zulümlere dur deme zamanıdır. Bu süreçte Amerika savaşa müdahil olursa Ortadoğu için çok daha büyük bir tehlikeye kapı aralamak demektir. Ülkemizin alacağı tavır son derece önemlidir.
Hükümetin eli şu an çok güçlüdür. Barışın sağlanması, zulmün son bulması, bağımsız ve özgür bir Filistin için Gazi Meclisimize teklif sunularak bir an önce uluslararası diplomatik adımların atılması gereklidir.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed nübüvvetle görevlendirildiğinde, geldiği toplumun bazı özellikleri vardı. Mesela hak ve adalet kavramları ortadan kalkmış, içki, kumar ve tefecilik gibi pek çok kötü alışkanlık yaygınlaşmıştı. Bunlar toplumda normal karşılanıyordu. Dini anlamda hoş karşılanmayan falcılık, sihir ve büyü gibi bazı tutum ve inanışlar tevhide karşı duruş anlamına gelen putperestlik olgusu, kölelik düzeni, köleler, hürler diye toplumun bir kast sistemi ile ikiye ayrılması, zengin ve fakir şeklinde de ciddi bir ayrım söz konusuydu.
Böylece ortaya çıkan toplumsal durum, bir grubun mutluluğu üzerine kuruluyken diğer grubunun sefaleti üzerine kuruluydu. Yüce Allah, Peygamberimizle bu duruma müdahale etti, yeni toplum modeliyle; şeffaf, adaletli, hoşgörülü ve yardımsever bir toplum modeli oluşturdu.
Ekonomik problemlerden dolayı İslam ülkelerinin büyük çoğunluğunda orta sınıf ortadan kalkmış, net ve kalın çizgilerle varlıklı ve yoksul olarak ikiye ayrılıyor. Bunun da doğuracağı yozlaşma ve ahlâki problemler açık bir şekilde tezahür ediyor. Özellikle Müslüman ülkelerde; hırsızlık, cinayet, fuhuş, uyuşturucu ve içkiye bağlı birçok alışkanlık ayyuka çıktığı, hatta toplumlarda hâkim olmaya başladığı görülmektedir. Bu durumun bir sarmaşık gibi tüm damarlara sirayet ettiğini söyleyebiliriz.
Kendisi bizzat örnek oldu ve hayatının bütün evrelerinde Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlâki hükümleri toplumun yararına olacak şekilde uygulamaya çalıştı. Hayatını bu yola harcadı, her türlü zorluğa göğüs gerdi. Kendisine sunulan bütün şaşaalı, şatafatlı ve debdebeli hayatı elinin tersiyle itti ve nefsi okşayan hiçbir teklife tevessül etmedi.
Peygamberimizi anlamak; onun sünnetini uygulamakla gerçekleşir. Sadece; yeme-içme, giyim ve fiziki özelliklerini taklit etmekten öte; hayatının her alanını bir duruş olarak tatbik etmektir. Hz. Aişe’nin “Yaşayan Kur’an” olarak belirttiği gibi, O’nun (S.A.V.) sünneti esasen ahlâkı idi. Zaten sünnet; metot, yol, üslup demektir.
Hz. Muhammed’in varlığı ve onun ortaya koyduğu ahlâki ilkelerin toplumsal karşılığının ne olduğunu anlamak büyük önem arz eder. Çünkü Peygamberimizin karşı çıktığı, toplumu ifsad eden bütün ahlâki problemler açık bir şekilde ve fütursuzca işleniyor. Aile kurumu yok olmayla karşı karşıya. Bugün modern dünya olarak adlandırılan, yaşadığımız zevk ve sefa çağı Hz. Peygamber’in Mekkeli müşriklerle mücadele ettiği dönemin bir kopyası gibi.
Özellikle genç nesil arasında; deizm, ateizm ve agnostisizm gibi inanç problemleri ortaya çıktı. Maalesef dindarlarda da ciddi ahlâki problemler yaşanıyor. Bozulma sadece sekülerde ve gençlerde değil, dindar olduğunu söyleyen belli bir noktaya gelmiş kimselerde bile yaygın. Yolsuzluğun, hırsızlığın, rüşvetin hüküm sürdüğü; yakınlara bakmanın, komşuya destek çıkmanın ve dürüst olmanın genel geçer kabul görmediği bir tablo ile karşı karşıyayız. Mevlid-i Nebi haftasında O’nun (S.A.V.) ahlâki özelliklerini öne çıkararak “nefis terbiyesi/özeleştiri” ile değerlendirmek gerekir.
Düzenlenen programlardaki süslü sözler, yapılan dualar, getirilen salâvat ve yazılan na’tlar, dökülen gözyaşların anlamlı olması için ahlâki bir inkılâba ihtiyaç var. İslam’a ait bütün değerleri topluma hâkim kılmadıkça ve davranışlarımıza yansıtmadıkça bugünleri sadece hafta olarak kutlarız. Aslında Mevlid-i Nebevi haftası sadece bir hafta değil yılın üç yüz altmış beş günü tüm değerleriyle yaşantımıza yansıması gerekir.
Bununla ilgili yapılan programlar önemlidir ama esas olan toplum düzenine yönelik kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün giderilmesidir. Hz. Peygamber’in ahlâkı ve İslam’ın yüce değerleriyle, onun ortaya koyduğu ilke ve prensiplerle ilgili davranışları desteklemek, buna aykırı davranışları yok etmektir. Aradan asırlar geçmesine rağmen O’nun (S.A.V.) ortaya koyduğu ilkeler, ahlâki öğütler ve yaşam modeli halen en iyi model olarak güncelliğini korumakta ve bu örnekliğiyle de günümüze ışık tutmaktadır.
Yoksa yapanlar “bizim mahalleden” diye ahlâksızlıkları görmezden gelip, kötülüklere dindarlık kisvesi büründürmek, Müslümanların ahir zamanda büyük imtihanlarından biri olsa gerek. Peygamberimizi idrak etmek; onun getirdiği hayat nizamını öğrenmek ve yaşamakla mümkündür.