20 Kasım 2024 Çarşamba
Vakıf (Vakf) kelimesinin sözlüklerdeki karşılığı şöyledir: “Sâhibi tarafından dinî şartlara uygun olmak kaydıyla hayırlı bir işe, hayır ve hasenata bırakılan mal ve mülktür.”
Bir kimsenin resmî bir senetle veya vasiyet yoluyla mallarını yahut mallarından bir kısmını, belirli bir gâye için tüzel kişiliğe sâhip bir duruma getirmesi Vakıf adını alır. Yani, bir kurumun, yahut hizmetin sürmesini sağlamak gâyesiyle, resmî bir belgeye ve belli şartlara bağlı olarak bırakılan mülk veya paraya vakıf denir. Vakıf yapana Vâkıf, vakfedilen şeye de Mevkûf denir. Vakfın çoğulu Evkaf’dır. Vakfı idare edene Mütevellî, mütevellîyi kontrol edene Nâzır, vakıf şartlarının yazılı olduğu belgeye de Vakfiye adı verilir.
Vakfedilen mal, sâhibinin mülkünden çıkar, satılmaz, bağışlanmaz, miras bırakılmaz.
Vakıf; kişilerin taşınır veya taşınmaz bir değeri, herhangi bir dış etki olmaksızın, sadece kendi rızâ, görüş ve istekleriyle özel mülkiyetlerinden çıkarıp, hayır ve iyilik amacıyla yine kendileri tarafından belirlenen hayrın şart ve hizmetlerinin ifası için devamlı olarak tahsis etmesidir.
İslâmiyette ilk vakıf, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından, Hicretin 3. senesinde Medine’de kurulmuştur. Peygamber efendimiz, kendi mülkü olan yedi hurmalığı, İslâmiyeti korumak maksadiyla vakfetmiştir. Eshâb-ı kirâm da pek çok vakıf yapmışlardır.
Hakiki ilim Allahü Teala’ya aittir. Zira onun ilmi zatındandır. Ondan
başkasının ilmi ise zatından olmayıp ancak Allahü Teala’nın öğretmesi
iledir. Bütün yaratılmışların ilmi onun ilmi yanında okyanustan bir
damla bile değildir. Nitekim Hızır Aleyhisselam ve Musa Aleyhisselam
gemiye bindiklerinde bir serçe gelip geminin bir tarafına kondu. Sonra
gagasını denize daldırıp çıkardı. Hızır Aleyhisselam, Musa
Aleyhisselam’a dedi ki:
“Senin ve benim ilmim Allahü Teala’nın ilmi yanında ancak şu
serçenin denizden alabildiği kadardır.”
İmam Ebu Yusuf Rahimehullah’a bir mesele soruldu, “Bilmiyorum”
dedi. Soran kişi:
“Bulunduğun makam cahillerin işgal edecekleri yer değildir” deyince
şöyle buyurdu:
“Mekân bazı şeyleri bilen, bazılarını da bilmeyenler içindir. Amma her
şeyi bilen Allahü Teala mekândan münezzehdir, onun için mekân
yoktur.”
Muhakkak Allâhü Teâlâ, gizliyi de en gizliyi de bilir. Yerde ve gökte
onun ilminden hariç bir zerre bile yoktur.
Hazret-i Ali (k.v.) buyurdu: “İlim nehir, hikmet denizdir. Âlimler nehir
etrafında dolaşır. Hikmet ehli denizin ortasına dalar. Arifler ise necat
(kurtuluş) gemisinde seyreder (gider)ler”.
Allahü Teala, İbrahim Aleyhisselam’a şöyle vahyetti:
“Ey İbrahim, muhakkak ben Alim (her şeyi bilen)im, her ilim sahibini
severim.”
Süleyman Aleyhisselam, ilim, mal ve mülkten (saltanattan) birini
tercihte serbest bırakıldı, ilmi tercih etti. Mal ve mülk de onunla
birlikte kendisine verildi. (Hulasatül-Ahbar, Aziz Mahmud Hüdai)
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” kıyâmet ve âhıretten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur:
Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette yaratılmış her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerine toplanması, yânî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti ve korkusu, dünyada yapılmış olan her şeyin orada, sorulup hesabının verilmesi, ellerin, ayakların ve her âzânın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsus bir terâzide tartılması, haktır, doğrudur. Orada sevabı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyan, zarar edecektir. Oradaki terazi, bilinmeyen bir terazi olup, ağır ve hafif gelmesi dünya terazisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafiftir. Orada yerçekimi kuvveti yoktur.
Cehennemin üzerinde Sırât Köprüsü’nün kurulması, sevabı ağır olan mü’minlerin Cennete girecekleri, kâfirlerin ve günahı çok olanların, Cehenneme düşecekleri, mü’minlerin cezasını çektikten sonra oradan çıkıp Cennete girecekleri haktır ve doğrudur. Mü’minlere mükâfât ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azap için hazırlanmış olan Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yoktan var etmiştir. Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrar yaratıldıkdan sonra ebedî olarak varlıkta kalacaklar, hiç yok olmayacaklardır. Süâl ve hesaptan sonra, mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azap çekeceklerdir. Bunların azaplarının azaltılması câiz değildir. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günahları kadar azap edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır.
Tam İlmihâl – Seâdet-i Ebediyye
Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir. Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa sendendir. Benim feyz-i hayâtım hâsılı rûh-ı revânımsın. Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir. Sanadır ilticâsı Gâlibin yâ Hazret-i Mevlâ. Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir. Şeyh Galib “Allah’ın gazabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve (onların) bana uğramalarından Allah’ın tam kelimelerine sığınırım.” (Ebu Davud, Tıb, 19) Duaya açılan kalpten daha büyük bir kapı yoktur.
Dua Allah’la konuşmaktır. Büyük sonsuzdan gelecek cevabı bekleyenler, bu kapının eşiğinde bir ömür beklemekten usanmazlar. Onun sonsuz bakışını, ıssız gecelerin derinlerinde akıp giden yıldızların ibadetinde tanımak kabildir. Allah’a açılan eller hâlinde gökyüzünü arayan minareler, sürekli ibadet ve dua hâlinde bulunan rüzgârlara sanki hayrandırlar. Ağaçların bu dua kâinatına doğru atılışları da varlıklarından coşan sevdanın ifadesidir. Onlar da duaya açılacak kapı arıyorlar, onlar da Allah’a yalvarıyorlar. Dua sözlerin en güzelidir. Nurdan, sudan ve sevdadan yapılmıştır. Her varlığa nüfuz eder, her ümitsiz davranışı değiştirir, her kalbi kurtarır.
Dua hâllerin en sevimlisidir. Hasletten uzaklaştıran dostluğun, çokluktan kurtaran birliğin, hasretleri kavuşturan güneşin birleşmesinden meydana gelmiştir. Dua kevserlerin en tatlısıdır. Gözyaşlarından ve ilahi rahmetten yapılmadır. Hicranda kalanları kavuşturur, ruhları Allah’la tanıştırır, varlığı aslına yaklaştırır.
Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Peygamber Efendimizin kayınpederidir. Hafsa vâlidemiz onun kızıdır. Hayatta iken Cennet ile müjdelenmiş 10 kişiden 2.si olup, Hazret-i Ebû Bekir’den sonra Eshâb-ı kirâmın en büyüğüdür.
* * *
Hazret-i Ömer, Müslüman olmasını şöyle anlattı:
“İlk zamanlar, Müslüman olan Eshâb-ı kirâm, müşriklerden gizlenir, ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm, Resûlullaha suâl ettim:
– Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?
– Evet. Allahü teâlâya yemin ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz.
– Yâ Resûlallah! Mâdemki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke’de, hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız. Yâ Resûlallah! Hiç çekinmeden ve korkmadan artık ortaya çıkalım…
Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, Mescid-i harama girdik. Müşrikler, bir bana, bir Hazret-i Hamza’ya bakıyorlardı…”
Ebû Cehil ileri çıkıp; “Yâ Ömer! Bu ne hâldir?” dedi.
Ben hiç aldırış etmeden Kelime-i sehâdet getirdim.
Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı.
Bu müşrik gürûhuna dönerek dedim ki:
– Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!
Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağıldılar.
Böylece, ilk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı…