01 Ocak 2025 Çarşamba
YAYLADAĞI’NDA ÖĞRENCİLER FİDAN DİKTİ
15 TEMMUZ RUHU VE MİLLİ BİRLİK GÜNÜ
Kirli siyaset ne mi?
KIRIKHAN’DA BAŞKAN ÇELİK İLE GÜZEL GÜNLER YAKIN
KUDÜS, FİLİSTİN’İN BAŞKENTİDİR
ÖNGÖRÜSÜZLÜK, BAHANELER VE GELECEK KAYGISI
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zat şöyle anlatmıştır:
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kardeşi, Sürunç beldesindeydi. Ona bir mektup yazıp, huzuruna gelmesini istemişti. Mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip, Fâtiha sûresini okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda Kureyş sûresini çok oku ki, tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkül bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!”
Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürunç’a iki menzillik yol kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve iki rekat namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birdenbire korkunç bir aslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Bir müşkül ile karşılaşırsan beni hatırla!” emri hatırıma geldi.
Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdadıma yetiş, beni bu yırtıcı aslanın pençesinden kurtar!” dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi ve aslana, benden uzaklaşması için, eliyle işaret etti. Aslan kaçarak uzaklaşıp gitti. O anda da, İmâm-ı Rabbânî hazretleri birden gözden kayboldu.
Bu hadiseyi yanımdaki arkadaşlar da gördü. Daha sonra bana sordular. “Böyle bir anda, imdadına yetişen bu büyük zat kimdir?” Ben de onlara durumu anlatarak, “İmâm-ı Rabbânî hazretleridir.” dedim. Onlar da bu hadise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevenlerden oldular.
Kenan ilinde, Hazret-i Yusuf ile kardeşi Bünyamin öksüz kalınca, babaları Hazret-i Yâkup aleyhisselâm, onlarla daha çok ilgilendi. Diğer kardeşleri, onları kıskanmaya başladı. Kardeşleri; “Ya Yusuf’u öldürürüz veya onu çok uzak bir yere bırakırız.” diye düşündüler.
Hazret-i Yusuf’u koyun gütmeye yanlarında götürmek için, babalarından izin istediler. Babalarından izin alıp gittiler. Hazret-i Yusuf’u kuyuya attılar. Gömleğini, kana bulayıp getirdiler. Eve yaklaşırken, yalancıktan ağlamaya başladılar.
Hazret-i Yakup, bunları işitip; “Ne oldu, Yusuf nerede?” dedi. Onlar da kanlı gömleği gösterip; “Yarış edecektik, Yusuf’u da elbiselerimizin yanına bırakmıştık. Onu kurt yemiş.” dediler. Hazret-i Yakup, oğlunun kanlı gömleğini yüzüne gözüne sürdü. Gömlekte hiç yırtık olmadığını görünce, onu kurdun yemediğini anlamıştı.
Hazret-i Yusuf’un atıldığı kuyunun yanına bir kervan geldi. İçlerinden biri, kovayı kuyuya saldı. Hazret-i Yusuf kovaya yapışıp dışarıya çıkınca, o kimse; “Müjde, bir genç.” dedi. Kervancılar, Hazret-i Yusuf’u Mısır’a götürüp köle pazarına çıkardılar. Yüzündeki nûrdan dolayı herkes onu satın almak istiyordu. Mısır hükümdarı Reyyan’ın Maliye Bakanı Aziz, onu satın aldı. Bundan sonra herkesin takdirini kazanarak orada büyüdü.
Aziz’in hanımı Zeliha gençti. Hazret-i Yusuf’un akıllara durgunluk veren güzelliği, yüzünde parlayan Peygamberlik nûru herkesi hayran bırakırdı. Bu hâl, Zeliha’nın ona âşık olmasına yol açtı. Zeliha, birgün Hazret-i Yusuf’u yanına çağırdı. Çok süslenmişse de, Hazret-i Yusuf ona hiç iltifat etmedi. Zeliha, Hazret-i Yusuf’tan ümidini kesince, kocasına, “Beni rezil eden bu köleyi hapset!” dedi. Aziz, onu zindana attırdı.
Yıllar sonra, suçsuz olduğu anlaşıldı ve sonunda zindandan kurtuldu. Mısır’ın Maliye bakanı oldu. Bu sırada kardeşleri ticaret için Mısır’a gelince onlarla buluştu. Kendini tanıttı. Babası ve kardeşlerini yanına çağırıp, onları verimli bir yere yerleştirdi.
Mübârek geceler, İslâm dininin kıymet verdiği gecelerdir. Bu gecelerin önemi, hadîs-i şerîflerle de bildirilmiştir. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki duâ ve tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Mübârek geceleri ihyâ etmeli, yânî kazâ namazları kılmalı, Kur’ân-ı kerîm okumalı, duâ ve tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevâbını ölülere de göndermelidir. Af ve mağfiret için de çok yalvarmalıdır. Mübârek geceler şunlardır:
1- Kadir Gecesi: Ramazan ayı içinde bir gecedir. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” hazretleri; “27. gecesi olması çok vâki olur.” buyurdu.
2- Fıtr (Ramazan) Bayramı gecesi: Ramazanın son günü ile bayramın 1. günü arasındaki gecedir.
3- Arefe Gecesi: Arefe günü ile Kurban Bayramının 1. günü arasındaki gecedir. Arefe, Zil-hicce’nin 9. günüdür. Ramazanın son gününe Arefe denmez!
4- Kurban Bayramı geceleri: Kurban Bayramının 1, 2 ve 3. günlerinden sonraki gecelerdir.
5- Mevlid Gecesi: Rebî’ul-evvel ayının 11/12. günleri arasındaki gecedir. Peygamber efendimizin doğduğu gecedir.
6- Berat Gecesi: Şaban ayının 15. gecesidir.
7- Mirâc Gecesi: Receb ayının 27. gecesidir.
8- Regâib Gecesi: Receb ayının ilk Cuma gecesidir.
9- Muharrem Gecesi: Muharrem ayının 1. gecesi, Müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir.
10- Aşûre Gecesi: Muharrem ayının 10. gecesidir.
Bunlardan başka, Fıtr Bayramının diğer geceleri, Zil-hicce ve Muharrem aylarının ilk on geceleri, haftanın her Cuma ve Pazartesi geceleri de mübârektir.
Yukarıdaki on geceden beşinci, altıncı, yedinci ve sekizinci gecelere Kandil Geceleri denir.
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde, günah işleyenlere hazırlandığı bildirilen şiddetli azaplara inanan kimse, din kardeşini bu tehlikeden kurtarmak istemez mi? Ona, azaptan kurtulmak yolunu göstermez mi? Bir âmânın yolunda kuyu veya ateş bulunursa, yahud bir kimse, başka bir dünya tehlikesine düşerse, bunları elbette bu kimseye bildirir ve kurtuluş yolunu gösterir. Kendi hâline bırakmazlar. O hâlde, daha elîm ve şiddetli ve sonsuz olan âhıret azâbını niçin bildirmesinler ve kurtuluş yolunu göstermesinler? Bildirmeyen ve göstermeyen, âhıret azâbını kabul etmiyor, inanmıyor ve kıyâmet gününe îmân etmiyor demektir.
Allahü teâlâ, kimseye karışılmamasını sevseydi, Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez, insanları İslâm dînine dâvet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere inanmayanları azaplarla helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birşey emretmez ve inanmayanlara azap yapmazdı. Allahü teâlâ, Müslümanlara [yânî İslâm devletine, insanların İslâmiyeti işitmelerine, Müslüman olmalarına mânî olan] kâfirler ile cihad etmeyi niçin emreyledi? Hâlbuki, cihadda kâfirler için eziyet ve ölüm olduğu gibi, Müslümanlara da vardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde cihad için ve cihad eden devletler için ve şehîdler için fazîletler, meziyetler ne sebepten bildirildi?
Allahü teâlâ nihâyetsiz merhametinden dolayı, evvela Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra bunların yerine, Evliyâyı ve Ulemâyı dâvetci gönderdi. Bunların dilleri ve kalemleri ile sevaplarını ve azaplarını bildirerek, özüre ve behaneye yol bırakmadı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmiyenlerin sözü ile, nizâm-ı âlem bozulmaz.
Ne kadar şaşılır ki, kimseye karışmamalı, vicdânlara tecâvüz etmemeli diyenlerden ba’zıları, her biri başka yola sapmış bulunan Yehûdî, Cûkiyye, Berehmen, Mülhid, Zındık, Ermeni, [Mason] ve mürted kâfirleri ile iyi görüşüyor ve sevişiyorlar da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine, yânî yoluna yapışan Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate mürtecî, gerici ve yobaz diyor ve (Cehennemden kurtulacak yalnız bunlardır) diye müjdelenen ve (Benim ve Eshâbımın yolunda yürüyenler yalnız bunlardır) diye medh-u senâya mazhar olan bu hakîkî Müslümanlara düşmanlık ediyorlar. Kâfirler ile sulh ve dostluk edip, bu doğru Müslümanları incitmekden ve bunları tahkîr ve yok etmekten zevk alıyorlar. Âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere düşmanlık, Kur’ân-ı kerîmde adâvetle emr olunan kâfirlere dostluk, nasıl vahdet-i vücûddur ve nasıl berâberlikdir? Bu düpedüz kâfirlik ve İslâm düşmanlığı değil midir?
Kimseye karışmamak dînimizde iyi olsaydı, kalbin bir günâhı inkâr etmesi, îmânın alâmeti buyurulmazdı. Nitekim, hadîs-i şerîfde, (Günah işleyeni, eliniz ile men’ ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni’ olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz! Bu ise, îmânın en aşağısıdır) buyuruldu. Emr-i ma’rûf yapmamak iyi olsaydı, günah işleyen bir kavm helâk olurken, bunlara emr-i ma’rûf yapmayan âbid de, birlikde helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, filân şehri yerin dibine geçir, diye emretti. Cebrâîl, yâ Rabbî! Bu şehrdeki filânca kulun sana bir an isyan etmedi. Hep itâat ve ibâdet ediyor deyince, onu da beraber geçir! Zîrâ günah işleyenleri görünce, bir kerrecik yüzünü değişdirmedi) buyuruldu.
Doğru yolu bulmak için, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkeri de yapmak lâzımdır. Yânî âyet-i kerîmede meâlen; (Ey mü’min kullarım! Emr etdiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker eder iseniz, başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez.) buyurulmakdadır.
İmâm-ı Rabbânî
(Mektûbat: 4. cilt, 29. mektup)
Bel’am bin Bâûrâ, Mûsâ aleyhisselâm zamanında, (İsm-i Â’zâm) duâsını biliyordu. Her duâsı kabul olurdu. İlmi ve ibâdeti, o derecede idi ki, sözlerini yazıp İstifâde etmek için, 2.000 kişi hokka ve kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel’am Allahü teâlânın bir haramına, az bir meylettiği için, îmânsız gitti.
Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabası idi. Mûsâ aleyhisselâm buna hayır duâ edip ve simya ilmi öğretip, o kadar zengin olmuştu ki, hazinelerinin, anahtarlarını 40 katır taşırdı. Biraz zekât vermediği için, bütün, malı ile birlikte yer altına sokuldu…
Ali Bekkâ, “rahmetullahi aleyh” Evliyânın büyüklerindendir. Sâlih bir arkadaşı vardı. Hâller ve kerâmetler sâhibi idi.
Bir defasında ikisi birlikte Bağdad’dan bir yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer ile Bağdat arası yürümekle bir senelik yol idi. Onlar kerâmetleri ile bir senelik yolu bir saatte almışlardı.
Bu arkadaşı ona; “Ben, falan vakitte, falan memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun!” diyerek Ali Bekkâ hazretlerine vasiyet etmişti. Fakat Allahü teâlânın rızâsına kavuşamamaktan ve son nefes endişesi ile korkarak çok ağlardı.
Dediği vakitte yanına gittim. Yüzünü doğu tarafına dönmüştü, Tutup kıbleye çevirdim. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki:
“Hiç uğraşma! Ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!..”
Hıristiyan rûhbanlarının söylediği küfür olan, imânı gideren sözler söylemeye başladı, Din-i İslâmdan çıktı. Nihâyet îmânsız olarak öldü. Ölüsünü kaldırıp oradaki bir kiliseye götürdük. Bir de gördük ki, kilisede bir kalabalık önlerinde yatan bir cenâzenin etrafında duruyorlardı.
“Nedir bu hâl?” diye sorduğumuzda, dediler ki:
“Bizim meşhur bir rûhbanımız vardı, 100 sene yaşadı. Bugün öldü. Ölmeden önce dinimizden dönüp Müslüman olarak öldü.”
Biz de onlara dedik ki:
“Bizim elimizdeki cenâze de Müslüman idi. Son nefesinde Hristiyan dini üzere öldü ve imansız gitti. Siz bunu alın. Onun cenazesini de bize verin!”
Onlar da kabul etti. Biz o Müslüman olanın cenâzesini alıp, yıkadık, kefenledik, Müslüman mezarlığına defnettik. Onlar da, bizdeki ölüyü alıp Hristiyan mezarlığına defnettiler.