03 Aralık 2024 Salı
Sağlıklı bir yaşam için önemli gıdalardan bahsedeceğim…
Kahvaltı sofralarının vazgeçilmezi, ayrılmaz ikili tahin pekmezin faydaları saymakla bitmiyor. Doktorlar; “İster ayrı ister beraber ama her zaman faydalı.” diyor.
Güvenilir olmasının önemli sebeplerinden biri de tamamen doğal olması, hiçbir koruyucu, katkı maddesi ilâve edilmeden üretilmesidir.
Pekmez; üzüm, dut, keçiboynuzu gibi meyvelerin ezilerek hiçbir katkı, koruyucu ve tatlandırıcı eklemeden 68°C geçmeyecek şekilde kazanlarda kaynatılarak elde edilir.
Pekmez içindeki kalsiyumdan dolayı çocukların daha güçlü bir kemik yapısına sâhip olmasını sağlar. Doğal şeker ve demir sayesinde zekâ gelişiminde önemli bir rolü vardır. Vitamin, mineral ve özellikle demir sayesinde hâmile ve emziren hanımlara önemle tavsiye ediliyor.
Aminoasit dengesi bakımından anne sütünden sonra pekmezde iyi bir şekilde bulunmaktadır.
Bağışıklık sistemini güçlendirir. Günlük B6 vitamini ihtiyacının % 15’i pekmezle karşılanırken, vücuttaki yağ ve kolesterol miktarının kontrolüne yardımcı olur.
Etkili bir antioksidandır. Kanser ve kalp hastalıklarına karşı korunmaya yardımcı olur.
Tahin; kabuksuz susam ezmesidir. Yüksek lif kaynağıdır. Çinko, demir, bakır ve selenyum mineralleri bakımından zengindir. Mevsim geçişlerinde hastalanma riskini azaltır. İçindeki Omega 3 ve Omega 6 yağ asitleri beyin sağlığını, sinir hücrelerini korur ve yaşlılığa bağlı hafıza kayıplarını önler. Kasları güçlendirir. Ağır egzersiz yapan sporcuların kas yorulmalarının önüne geçer. Bilinenin aksine kolesterol seviyesinin düşmesine yardımcı olur.
Balıktan sonra yenen tahin veya helvası, balıktan vücudumuza geçen zararlı ağır matellerin sağlığımıza zarar vermeden dışarı atılmasını sağlar. Damar tıkanıklığından kansızlığa ve pek çok hastalığa iyi geldiği söyleniyor. Güçlü bir protein kaynağı olup tokluk hissi vererek, kilo almayı önler. Kansızlığa iyi gelir.
Sağlıklı günler dilerim.
Osmanlı ordusunun tek bir kılıç sallamadan kazandığı Sebeş Savaşı. Dünya savaş tarihinin en ilginç hikâyesine konu oldu. Düşman ordusu kendisini imha etti. Şebeş Muharebesi Osmanlı ile Avusturya arasında 1788 yılının 17 Eylül akşamında yaşandı.
Yaklaşık 100.000 kişilik Avusturya ordusu Osmanlı ile savaşmak için Karanşebes kasabası yakınlarında kamp kurar. Askerlerin bir kısmı Osmanlı askeri aramak için nehrin karşısına geçer, ancak Türk askerine rastlamazlar. Bu sırada bir çingene konvoyuna denk gelirler. Onlardan içki fıçısı satın alan askerler içmeye başlarlar. Ekibin dönmemesinden şüphelenen ordu, bir ekibi aramak için yollar. Bu piyade ekibi, içki partisindeki askerleri görünce, geri dönüp bilgi vermek yerine âleme katılmak isterler.
Kendilerinden geçen ilk askerler gelen askeri ekibe içtiklerinden vermek istemezler ve içki fıçılarının etrafını sararak korumaya çalışırlar. Çıkan çatışma sırasında bazı piyadeler, korkutmak için “Turciiii Turciiii” (Türkler!..) diye bağırırlar. Gerçektende Türklerin geldiğini düşünüp kaçmaya başlarlar.
Avusturya ordusu İtalyanlar, Slavlar, Avusturyalılar ve çeşitli azınlıklardan meydana geldiği için aralarında iletişim problemi sebebiyle birbirini anlayamayınca işler iyice karışır. Askerlerin kaçıştığını gören Avusturyalı subaylar Almanca durun anlamında “Halt! Halt!” diye bağırırlar. İşler içinden çıkılmaz bir hâl alır. Almanca bilmeyen askerler bunu; “Allah!.. Allah!..” nidâları olarak anlar. Süvarilerin dörtnala geldiğini gören bir birlik kumandanı, Osmanlıların saldırısına uğradıklarını zannedip, topçulara ateş emri verir. Bu sırada, çatışma sesini duyan askerler kaçmaya başlar. Askerler gördükleri her gölgeyi Türk zannedip vurmaya başlarlar. Ancak öldürdükleri kendi askerleridir. Çıkan bu kargaşada Avusturya ordusu kendini yok eder, Avusturya İmparatoru ve Arsidük 2. Joseph atını sürerken attan düşüp sakatlanır.
Osmanlı ordusu 2 gün sonra oraya gelir. 10.000 kadar ölü ve yaralıyla karşılaşır ve Karanşebeş şehrini rahatça ele geçirir. Bu savaş da en tuhaf savaş olarak anılmaya başlanır.
Vakıf (Vakf) kelimesinin sözlüklerdeki karşılığı şöyledir: “Sâhibi tarafından dinî şartlara uygun olmak kaydıyla hayırlı bir işe, hayır ve hasenata bırakılan mal ve mülktür.”
Bir kimsenin resmî bir senetle veya vasiyet yoluyla mallarını yahut mallarından bir kısmını, belirli bir gâye için tüzel kişiliğe sâhip bir duruma getirmesi Vakıf adını alır. Yani, bir kurumun, yahut hizmetin sürmesini sağlamak gâyesiyle, resmî bir belgeye ve belli şartlara bağlı olarak bırakılan mülk veya paraya vakıf denir. Vakıf yapana Vâkıf, vakfedilen şeye de Mevkûf denir. Vakfın çoğulu Evkaf’dır. Vakfı idare edene Mütevellî, mütevellîyi kontrol edene Nâzır, vakıf şartlarının yazılı olduğu belgeye de Vakfiye adı verilir.
Vakfedilen mal, sâhibinin mülkünden çıkar, satılmaz, bağışlanmaz, miras bırakılmaz.
Vakıf; kişilerin taşınır veya taşınmaz bir değeri, herhangi bir dış etki olmaksızın, sadece kendi rızâ, görüş ve istekleriyle özel mülkiyetlerinden çıkarıp, hayır ve iyilik amacıyla yine kendileri tarafından belirlenen hayrın şart ve hizmetlerinin ifası için devamlı olarak tahsis etmesidir.
İslâmiyette ilk vakıf, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından, Hicretin 3. senesinde Medine’de kurulmuştur. Peygamber efendimiz, kendi mülkü olan yedi hurmalığı, İslâmiyeti korumak maksadiyla vakfetmiştir. Eshâb-ı kirâm da pek çok vakıf yapmışlardır.
Hakiki ilim Allahü Teala’ya aittir. Zira onun ilmi zatındandır. Ondan
başkasının ilmi ise zatından olmayıp ancak Allahü Teala’nın öğretmesi
iledir. Bütün yaratılmışların ilmi onun ilmi yanında okyanustan bir
damla bile değildir. Nitekim Hızır Aleyhisselam ve Musa Aleyhisselam
gemiye bindiklerinde bir serçe gelip geminin bir tarafına kondu. Sonra
gagasını denize daldırıp çıkardı. Hızır Aleyhisselam, Musa
Aleyhisselam’a dedi ki:
“Senin ve benim ilmim Allahü Teala’nın ilmi yanında ancak şu
serçenin denizden alabildiği kadardır.”
İmam Ebu Yusuf Rahimehullah’a bir mesele soruldu, “Bilmiyorum”
dedi. Soran kişi:
“Bulunduğun makam cahillerin işgal edecekleri yer değildir” deyince
şöyle buyurdu:
“Mekân bazı şeyleri bilen, bazılarını da bilmeyenler içindir. Amma her
şeyi bilen Allahü Teala mekândan münezzehdir, onun için mekân
yoktur.”
Muhakkak Allâhü Teâlâ, gizliyi de en gizliyi de bilir. Yerde ve gökte
onun ilminden hariç bir zerre bile yoktur.
Hazret-i Ali (k.v.) buyurdu: “İlim nehir, hikmet denizdir. Âlimler nehir
etrafında dolaşır. Hikmet ehli denizin ortasına dalar. Arifler ise necat
(kurtuluş) gemisinde seyreder (gider)ler”.
Allahü Teala, İbrahim Aleyhisselam’a şöyle vahyetti:
“Ey İbrahim, muhakkak ben Alim (her şeyi bilen)im, her ilim sahibini
severim.”
Süleyman Aleyhisselam, ilim, mal ve mülkten (saltanattan) birini
tercihte serbest bırakıldı, ilmi tercih etti. Mal ve mülk de onunla
birlikte kendisine verildi. (Hulasatül-Ahbar, Aziz Mahmud Hüdai)
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” kıyâmet ve âhıretten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur:
Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette yaratılmış her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerine toplanması, yânî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti ve korkusu, dünyada yapılmış olan her şeyin orada, sorulup hesabının verilmesi, ellerin, ayakların ve her âzânın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsus bir terâzide tartılması, haktır, doğrudur. Orada sevabı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyan, zarar edecektir. Oradaki terazi, bilinmeyen bir terazi olup, ağır ve hafif gelmesi dünya terazisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafiftir. Orada yerçekimi kuvveti yoktur.
Cehennemin üzerinde Sırât Köprüsü’nün kurulması, sevabı ağır olan mü’minlerin Cennete girecekleri, kâfirlerin ve günahı çok olanların, Cehenneme düşecekleri, mü’minlerin cezasını çektikten sonra oradan çıkıp Cennete girecekleri haktır ve doğrudur. Mü’minlere mükâfât ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azap için hazırlanmış olan Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yoktan var etmiştir. Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrar yaratıldıkdan sonra ebedî olarak varlıkta kalacaklar, hiç yok olmayacaklardır. Süâl ve hesaptan sonra, mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azap çekeceklerdir. Bunların azaplarının azaltılması câiz değildir. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günahları kadar azap edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır.
Tam İlmihâl – Seâdet-i Ebediyye